Friday, October 28, 2011

Thursday, October 27, 2011

Gitmek

Gitmek istersin, ama bir türlü gidemezsin. Her zaman fırsatın olmaz gitmek için. Hayatın boyunca birkaç defa, belki yalnızca bir defa çıkar karşına “gitme” fırsatı; her şeyini, sevdiklerini, arkadaşlarını, evini, işini, eşini arkanda bırakıp gidebileceğin tek bir fırsat. O kadar çok istersin ki gitmeyi aslında; yepyeni bir hayat, mucizelerle dolu yepyeni bir hayat  karşında dururken, nasıl istemeyesin. Lakin bir şeyler engeller seni. Seni engelleyen bu şeyin ne olduğuna bir türlü karar veremezsin: Korkaklık belki. Belki de üşengeçlik. Veya, gittiğin yerde neyle karşılacağını bilmemen, belirsizlik. Belki sevgi, sana “gitme” diyen bir fısıltı, bir erkek, ya da bir kadın. Ve sonunda gitmezsin, kalırsın; neden gitmediğini bilmeden ve gitmediğine, o tek fırsatı kullanmadığına pişman olarak kalırsın. “Acaba?” diye sorarsın kendine, ve boş hayallerinde yitip gidersin.
Gitmeyi çok istediğim öyle bir yer var ki! Tüm sorularıma yanıt bulabileceğim, veya sonsuza kadar hiç birine yanıt bulamayacağım bir yer. Oraya vardığımda neyle karşılacağımı kestiremediğim, soğuk bir yer. İçimden bir ses “gitmelisin” diyorsa da, ben hiç bir yere gitmeyeceğim. Belirsizlik, korku, çaresizlik ve biraz inatçılık. Gitmeme sebeplerimden bazıları bunlar. Tanıdığın, daha önce onlarca kes gittiğin bir şehre ilk defa gidiyormuşsun gibi hissetmek ve bu yüzden hiç bitmeyecekmiş gibi akan bir yol, bir türlü geçmek bilmeyen zaman, yağmayan kar ve uyumayan sen. Bu sefer de gitmeyeceğim, ta ki gitmeyi hiç istemeyene kadar…
“…"Otur" diyen kazaniyor.
O yan kalabalik zira...
is, Güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile,
Güvende olma duygusu...
En kötüsü aliskanlik
Aliskanligin verdigi rahatlik,
Monotonlugun dogurdugu bikkinligi yeniyor.
Kaliyoruz...
Kus olup uçmak isterken, agaç olup kök saliyoruz….”
“…Ben her bahar asik olmam ama
Her bahar gitmek isterim.
Gittigim olmadi hiç.
Ama olsun... istemek de güzel….”
Dizeler, Can Yücel’in “Gitmek” isimli şiirinin bazı bölümlerine aittir.

Monday, October 24, 2011

Aşk Tesadüfleri Sever

Sonunu izlemediğim bir film vardı. Başladığım işi yarım bırakmak gibi bir huyum yoktur; yarım kalan işlerimde ise her zaman geçerli bir mazeretim olur. Az evvel, bana çok şeyler anımsatan ve sonunu izlemediğim bu filmin sonunu izledim, yalnız. Keşke izlemeseydim diyorum şimdi. Bazı şeylerin tadı, yalnızken çıkmıyor…

Pazartesi…

Haftanın altı günü çalışırdı; tek tatil günü, umut dolu yeni bir haftanın ilk çalışma günü olan Pazartesi’ydi. Yalnızca iş arkadaşları ve müze çalışanları ile tatil yapabileceği bir tek günü vardı. Kendi de anlam veremiyordu bu “saçmalığa”. Belki de işini sevmemesinin ilk nedenlerinden birisi, buydu. Alışık olduğu düzen değildi bu; eskiden, hafta sonları yapmaktan büyük keyif aldığı şeylerin hiçbirisini yapamaz olmuştu. Hiç hoşuna gitmiyordu bu durum, hatta büyük bir öfke duyuyordu bu duruma, kıskanır olmuştu hafta sonu tatil yapanları.

Haftanın altı günü çalışırdı, yıllar yılı “lanetlenediği” o Pazartesi günü, tek tatil günü haline gelmişti birdenbire. Bir zamanlar Pazar’ı da sevmezdi, Pazartesi yüzünden. Şimdi ise, sevdiği tek bir gün bile yoktu; yatağından umutla uyandığı ve yatağına mutlu uzandığı tek bir günü dâhi yoktu. Şaşıyordu bu duruma, hem bu durumun içene nasıl düştüğüne, hem bu duruma nasıl katlanabildiğine şaşırıyordu. İçten içe kaçıp kurtulmayı istiyordu içinde bulunduğu hayattan, ama bir türlü ilk adımı atacak cesareti bulamıyordu kendinde.

Haftanın altı günü çalışırdı, alışıktı iki gün tatil yapmaya eskiden; şimdi tatil nedir bilmez oldu. En çok çalıştığı günlerde, daha erken giderdi evine; başkalarının aksine. Diğer günler ise, daha geç varırdı akşamları evine. Yine yorgun, bitkin; yine karnı aç, gözleri yarı kapalı, mutsuz ve umutsuz bir vaziyette gelirdi evine. Aç olmasına rağmen zorla iki lokma bir şeyler yeyip, odasına çekilir ve birkaç saat içinde de uyurdu. Bir türlü anlam veremezdi evine neden geç gitmek zorunda olduğuna? İş yerini sevmediği yetmezmiş gibi, evini de sevmezdi; bir türlü ısınamamıştı yeni taşındıkları eve, yeni eşyalara, yeni komşulara; dolmuşa binmeye ısınamamıştı, zor geliyordu. Hepsi, yabancı geliyordu ona. Kendisini “evinde” hissedemiyordu bir türlü kendi evinde. Evsizdi aynı zamanda anlayacağın, çaresizdi.

Evdeyken pek az konuşurdu, vaktini çoğunu “odasında”, kendi başına geçirirdi. Arkadaşlarının yanında konuşurdu, cıvıl cıvıl oluverirdi bir anda; ama şimdi, konuşabileceği arkadaşı da çok fazla yoktu, yalnızdı. Yalnız olmadığı zamanlarda da vakti olmazdı, çünkü haftanın altı günü, geç saate kadar çalışırdı. Alışmıştı yalnızlığa; yalnızlık ona, “başına buyruk” olma hakkını vermişti. Ona kimse karışamazdı, karışanları da dinlemezdi zaten. Başına buyruktu, hep bildiğini okurdu. Böyle olmaktan zaman zaman pişmanlık duyardı, ama bunu değiştirmeye asla çalışmazdı. Huyu değildi bir kere değişmek; kendisi değişeceğine, başkalarını değiştirmeye çalışırdı. Ama onu da çok umursamazdı, zaten başkalarını öyle umursamazdı. Belki de, başına buyrukluğu yalnızlıktan değil, umursamazlıktan kaynaklanıyordu.

Tüm bunlara rağmen, nadiren de olsa umut tohumları yeşerirdi içinde; ona eski günlerini anımsatan bir şarkı duyduğunda, eski bir dostunu gördüğünde, ona “eskiyi” hatırlatan ufacık bir ipucuyla karşılaştığında; hemen umut dolardı kalbi, gözleri de yaş dolardı. Ama böyle anlarla o kadar az karşılaşırdı ki ve o kadar beklenmedik zamanlarda karşılaşırdı ki böyle durumlarla; inanamazdı önce ve sonra inanmak için çabalar, yorulur; ardından gücü yetmezdi bir türlü o ana tutunmaya ve kendisine uzanan bir el ararcasına bakınırdı etrafına ama kimseyi bulamazdı; ve yine kendi yalnızlığyla baş başa kalırdı…  

Ayrılık

Hayatta en çok korktuğum şey "ayrılık". Ölmek değil; zira ölüm, ayrılık demektir. Ölümün üzücü yanı, ölümün kendisi değil; arkasından ağladığın insanın sonsuz ayrılığıdır, onu bir daha göremeyecek olmandır. Yalnızlıktan daha çok korkarım; çünkü ayrılık, aynı zamanda yalnızlık demektir. 

Hayatta en çok "ayrılık"tan korkarım. Bu yüzden otogarlardan, havaalanlarından nefret ederim. Sonunda ayrılık olan her şeyden nefret ediyorum aslında, ayrılık anına kadar yaşadığım tüm güzelliklere ve keyifli anlara rağmen. Çünkü insan, iyi olanı değil, kötü olanı hatırlar; insan beyni, kötü olanı unutmamaya ve içinde büyütmeye eğilimlidir.  

Ayrılık deyince, insanlar sanır ki bir kadından veya bir adamdan ayrılabilirsin yalnızca. Ailenden, arkadaşından, işinden, bir ülkeden, bir şehirden de ayrılabilirsin halbuki. Alıştığın her şeyden ayrılabilirsin. Zaten asıl mesele o değil mi? Alışkanlıklar. Ayrılığın kendisinden çok, alışkanlıklarından kurtulmak koyar adama; bir gün, üç gün, bir hafta ve belki aylar sürer, belki de asla kurtulamazsın... Sonra yenilerine alışırsın; yeni bir evin olur, yeni bir sevgilin, yeni bir işin. Yeni alışkanlıklar... Bu kadar kolay mı gerçekten, her şeyin yenisine alışmak? 

Bazen

Bazen, hiç bir şey söylemeden gitmen gerekir.

Bazen de, gidenin ardından hiç bir şey söyleyemediğin anlar olur.

Bazen, susman gerekir. Susmak, kabullenmektir. Çünkü, yapman gereken yalnızca olanı kabullenmektir.

Bazen, haykırmayı çok istediğin bir anda susman gerekir; haykıracak gücün kalmamıştır çünkü.

Bazen de, bilerek susarsın. İçindeki acıyı ve nefreti, kümseyi incitmeden, ancak susarak anlatabilirsin.

Bazeni konuşacak kimse bulamadığın için susarsın.

Ve bazen, sadece noktayı koymak için susarsın…

Başlıksız

Canım sıkkın; rahatlamak için yazmam gerekiyor, biliyorum. Ama içimden yazmak gelmiyor...

Oradan, Buradan…

aman zaman hayatın içine o kadar çok kaptırıyoruz ki kendimizi, her şey bir anda dert kaynağı olarak gözükmeye başlıyor gözümüze. Halbuki düşünsenize, babasını kaybeden bir çocuğun yaşamaya dair inancını, eşini sonsuzlukta yitiren bir kadının yalnızlığını veya kardeşiyle bir daha konuşma fırsatı omayan o çocuğun çaresizliğini... İnsan böyle düşününce, "Hayat da neymiş, bak keyfine." diyebiliyor kendine, ama en fazla iki, bilemedin en üç gün. Sonra aynı kargaşa, aynı tantana, aynı hengameye devam. Her Pazartesi aynı yarışa başlıyoruz pek çoğumuz, Cuma günü güneş bitene dek süren. Otobüste, yolda, arabada, ofiste, kafede... Bazılarımız için İstiklal'de, Çeşme'de, veya nice yerlerde taçlanıyor bir haftanın yorgunluğu, bazılarımız için ise evinde eşiyle, dostuyla, kardeşiyle...
Unutuyoruz akıp giden zamanı, bir daha asla geri getiremeyeceğimiz zamanı; üzüyoruz, kırıyoruz birbirimizi, zaman zaman da sevindiriyoruz hani, kimsenin hakkını yemeyelim.
Unutuyoruz akıp giden zamanı, çocuklar ve ben büyürken; annem, babam, halam, amcam yaşlanıyorlar. Kaçınılmaz sona doğru, her an, büyük bir hızla yaklaşıyoruz. İlk yaprak yere değdiği vakit Ağustos'ta, Ekim'e kadar bir tane yaprak bile kalmayacak bahçedeki kayısı ağacının dallarında. Kısacık bir sürede çırılçıplak kalacak ağaç, ve ben ağacın yapraklarını dökmesini ve dökülen yaprakların rüzgarda bir oraya bir buraya savrulmasına seyirci kalmaktan başka bir şey yapamayacağım...

Ağaç, ilk baharda yeni yapraklarıyla hayatına devam edecekken, benim hayatımda yalnızca bir bahar olacak, sevdiklerimle geçirebileceğim yalnızca bir tane bahar, o da hızla akıp gidecek ve ben yetişemeyeceğim; ve sevdiklerimi bir bir elimden alacak ve ben sadece seyredeceğim; belki bazen, önce beni alması için hayata yalvaracağım, ama o dinlemeyip kendi rastgele düzeninde hızla akıp gitmeye devam edecek.
Bugün bunları yazıyorum, çünkü hiç uykum yok ve aklımda milyonlarce düşünce. Yazarsam eğer, uyuyabilirim belki diye düşünüyorum. O da işe yaramayacak gibi görünüyor. Nefret etsem de canım sigara içmek istiyor, demek insanlar böyle zamanlarda başlıyorlarmış sigaraya. Neden başladıklarını anlıyorum ama neden bırakmadıklarını bir tütlü anlayamıyorum.
Kıymetini bilmek gerek hızla akıp giden zamanın, ama nasıl? Sevinirken harbiden sevinerek,üzülürken gerçekten üzülerek mi? Yoksa hiçbir şeyi umursamayıp, yalnızca kendi hayatını yaşayarak mı?
Bugün içimden geldiği gibi yazıyorum, öyle sık sık içinden bir işeyler gelen birisi değilimdir. Ömrümde üç dört defa içimden gelip de bir şeyler yazmışımdır veya resim çizmişimdir. Balkon penceresinin önündeki tabureye oturmuş, aralıktan gelen esintinin serinliği ve sesiyle içimden gelenleri paylaşmak istiyorum, belki paylaşırsam uyuyanilir miyim diye. İşe yarayacakmış gibi durmuyor, bu sessiz kentte, bu camın önünde, aralıktan sızan esintinin serinliğ ve sessizliğinde ömrümün sonuna kadar oturabilirim belki diye düşünüyorum. Belki de hayatı yaşamak budur, sevdiğin bir yerde, ama tel bir yerde sonsuza kadar oturmak. Sadece sevdiklerine yakın olmanın verdiği güvenle, istediğin an onlara dokunabilecek olmanın verdiği huzurla aynı yerde sonuza kadar oturmak.
Karşı apartmandaki on dairenin sadece birinde perdenin arkasından hafifçe bir ışık sızıyor. O dairede oturan, çok sevdiğim teyze belki uyumamış televizyon izliyor, belki de televizyon açık uyuya kalmış. Uzun zamandır sevdiklerinden uzakta, yalnzı yaşayan bir kadın o. Arada bir çocukları ziyaretine gelir, evli bir kzı ve şu anda ne yaptığınbı bilmediğim bir oğlu var. Eşini bir zamanlar sever miydi bilmiyorum, ama şimdi ayrılar. Karşı apartmanın doksan metrekarelik dairelerinden birinde uzun zamandır yalnız yaşayan bu teyze, betaz saçlarıyla hala hayat dolu. O, biraz hayatı umursamayanlardan. Belki de ben çok abartıyorun bu sevdiklerinle beraber olma mutluluğunu, veya bir deyişle onları kaybetme korkusunu...
Gecenin ilerlemesiyle, hızla akıp giden zamanla birlikte esinti daha bir serinliyor, ve bu sefer esintinin sessizliğini uzaktan gelen köpek sesleri bozuyor. Onlar bozmazsa, birkaç saat içinde buradan geçen davulcu bu sessizliği bozacak zaten. Bu küçük kentte, kimse hayatını yaşamıyor. Çünkü küçük kentler, sorunların büyük olduğu yerlerdir ve aslında o kadar az zorlukla karşılaşırsın ki küçük kentlerde, bir şeyler başardığını sanmak için kolayı zor görmeye başlar ve bu yalana kendin de inanırsın.
İstisna da olsa, küçük şehirlerde, büyük zorlukları aşan insanlar da yaşar. Kente girer girmez anlarsın, kime sorsan gösterirler, o adamı bilmeyen de oranın yerlisi değildir zaten. Bu adamlar o kadar büyük zorluklarla mücadele ederler ki, çünkü bu adamlar çoğunlukla devletle, devletten arta kalan zamanda da insanlarla mücadele ettikleri için, ancak ve ancak hayat bu adamları yaşar. Böyleleri kolay gelmez hayata, ama kolay ve çabuk giderler. Ve sen binbir derdinin arasında böyle bir adam tanıyor ve onu çok seviyorsan şu çok kısa hayatında, şanslısındır diğerlerine göre. Ama şanssızsındır da aynı zamanda, çünkü onu kaybettiğin anın aklına gelmesini dahi istemezsin, böyle bir şeyin olacağı kesin olmasına rağmen ihtimal vermezsin, kabullenemezsin. Ayakalrın üzerinde duramaz ve yıkılırsın...

Henüz Erken…

Henüz erken bloga bir isim vermek için. Kendi ismini kendisi koyacaktır bir süre sonra. Bugüne kadar neye bir isim, bir başlık koyduysam; hep en sonunda koydum ki bir kelime tüm düşüncelerimi yönlendirmesin; özgürce düşünebileyim, içimden geldiği gibi yazabileyim veya yaşayabileyim diye. Bu kaidenin dışındaki tek istisna, belki bir gün bir bebeğe isim koymak zorunda kalmam olur…